Kayıt Dışı İstihdamla Mücadeleye Farklı Bir Yaklaşım
İstihdam kavramı üç ana paydaşı bünyesinde barındıran bir sacayağını ihtiva etmektedir. Bu ayaklar devlet – işveren ve işçiden müteşekkildir. Sacın her bir ayağı ne kadar muhkem olursa üzerine bina edilecek olan yapının da o kadar sağlam olacağı aşikârdır. Bu denli bir ehemmiyete haiz olmasına rağmen istihdam, kendisini oluşturan unsurların üzerlerine düşen vazifeleri layığı ile yerine getirmemesi sebebiyle maalesef ülke ekonomilerinde yaşanan problemlerin ana başlıklarından birini teşkil etmektedir. İstihdamı problemli hale getiren ise şüphesiz kayıt dışı olmasıdır.
Kayıt dışı istihdam başta ülkemiz olmak üzere en gelişmiş ülkeler de dâhil günümüz dünyasının yadsınamaz bir gerçeğidir. Bu gerçek maalesef istihdamın unsurları açısından da giderek can yakıcı bir hal almaktadır. Taraflardan devlet, sistemi ayakta tutabilmek için alması gereken primlerden yoksun kalmakta, işçi, sosyal güvencesi olmadığı için sağlıklı yaşamdan, güvenli bir gelecekten mahrum kalmakta, sosyal güvenlik sistemine dâhil edilmiş kayıtlı personel çalıştıran işveren ise sistemin tamamının yükünü taşımak zorunda kaldığı için ağır prim yükü altında ayakta kalma mücadelesi vermektedir. İstihdamın ahvalini yansıtan fotoğrafın neresinden bakarsanız bakın tam bir mağduriyetler manzumesi gibi durmaktadır. Fotoğrafın bu denli ağır ve iç karartıcı bir hal almasında şüphesiz yukarıda da değindiğimiz gibi tüm paydaşların menfi tavırlarının etkisi var. Her ne kadar bazı saiklerle işverenden sigortasız çalışmayı talep eden işçilerin varlığı da bir realite olsa da buradaki sorumlulukta asıl pay kayıt dışı istihdama tevessül eden işverendir.
İşverenlerin kayıt dışı istihdama tevessülünün altında ekonomik, sosyal, kültürel, politik birçok neden yatmaktadır. Bu nedenlerin kayıt dışı istihdam üzerindeki etkileri ile ilgili geçmişten günümüze birçok araştırmalar yapılmış, her bir etken başlı başına bir araştırmanın veya akademik çalışmanın konusu olmuştur. Yapılan tüm bu çalışmalar bir emeğin ürünü olup, kesinlikle saygıyı hak etmektedir. Bu etkenler arasında ekonomik koşulların ağırlığı işverenlerce en çok dillendirilen ve arkasına sığınılmaya çalışılan nedendir. Bir yönüyle bakıldığında haklılık payı da mevcuttur. Ancak kayıt dışı istihdamı tetikleyen ve biraz önce saydığımız nedenlerin yanında özellikle ülkemiz pratiğinde etkisi mevcut olmasına rağmen değerlendirmede ve mücadelede dikkate alınmayan bir etken daha mevcut.
Kayıt dışı istihdam salt ekonomik, kültürel, sosyal veya politik nedenlerden dolayı meydana gelen bir olgu olsaydı az evvel sorunun kaynağı olarak zikrettiğimiz etkenleri problem olmaktan ya çıkarmış ya da minimize etmiş, güçlü ekonomilere ve muazzam denetim mekanizmalarına sahip, başta ABD ve Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkede bu sorundan bahsedilmezdi. Oysa bu problemle az ya da çok bu ülkelerde hali hazırda boğuşmak durumundadır. Demek ki ortada problem olarak durmakta olan, ancak varlığı ya fark edilmeyen, ya da göz ardı edilen bir etken daha var. Varlığı ihmal veya inkâr edilen bu etken ne olabilir?
Ben 2001 yılında çatısı altına girdiğim Sosyal Güvenlik Kurumunda 2005 yılı Kasım ayından beri de farklı unvanlar altında denetim görevi icra etmekteyim. Bu icranın üç yılı İstanbul – Gaziosmanpaşa Sosyal Güvenlik Merkez Müdürlüğü gibi Türkiye’nin kayıt dışı istihdam açısından en problemli bölgelerinden birinde gerçekleşmiştir. Yani çalışma hayatı ve istihdam ile bunlara dair sorunlara ilişkin ciddi bir saha deneyimine sahibim diyebilirim. Bu görevin icrası esnasında gerek İstanbul – Gaziosmanpaşa’da, gerekse Tokat’ta çalışma hayatına ilişkin enteresan ve ibret verici hadiselere şahit oldum.
Denetimine gittiğimiz birçok işyerinde işverenlerin kendisi için günlük ortalama 12-15 saat çalışan işçisini sigortalı yapmak yerine, işyerine belki de ömründe hiç gelmemiş olan eşini, oğlunu, kızını, gelinini hatta torununu sigortalı bildirdiklerine şahit olmak maalesef istisna olmaktan çıkmış yaygın bir uygulama halini almıştır. Ayrıca kayıt dışı istihdamın başka bir boyutu olan gerçek ücret üzerinden değil de asgari ücret üzerinden sigortalı bildirmek bile işveren açısından işçisi için bir lütuf gibi görülmesine rağmen hem kendisinin hem de akrabalarının istikbaliyle ilgili kaygıları nedeniyle sigorta primlerini olabildiğince yüksekten bildirmektedir.
Atölyesinin kapısında son model jipi bulunan işverenin aynı atölyenin içerisinde onlarca sigortasız eleman çalıştırmasının ekonominin kötü olmasıyla izah edilebilir bir tarafı yoktur herhalde.
Öyle bir atölye düşünün ki işverenin işini yürütmek için hazırladığı ofis vasat illerin valilerinin makam odalarına taş çıkarır cinsten iken, aynı atölyenin üretim yapıldığı bölümün cam-çerçevesinin kırık, çatısı akıyor vaziyette olmasında herhalde ekonominin bir kabahati olmasa gerek. Bu sözümüze belki şöyle bir savunma getirilebilir: İşverenler olarak bizler gelen müşterilerimizi daha iyi ortamlarda ağırlamak ve yapacağımız iş görüşmelerinde fiziki ortamın güzelliği sayesinde muhataplarımızda güven hissi uyandırmak maksadıyla böyle mekânlar yapıyoruz diyebilirler. Ancak şu da bir gerçek ki insanlar en az iş yaptıkları veya yaptırdıkları kişilerin ofisleri kadar işin yapıldığı mekânı da önemserler ve tercihlerinde bu durumda etkilidir.
Buraya kadar verdiğimiz örnekler soyut ve geneldi. İsterseniz örneği daha müşahhas hale getirelim. Ramazan ayından sonra denetimine gittiğimiz bir tuğla fabrikasında işverenle aramızda geçen diyalogda işveren Ramazan ayı içerisinde geceleri çalıştıklarını ifade etmişti. Bende işverenin gece çalışmalarının sebebini söylemesine fırsat vermeden gayri ihtiyari; “ Çalışma saatini geceye kaydırmanızın nedeni herhalde hem işçilerin geceleri oruçlu olmamaları, hem de havanın geceleri daha serin olmasındandır.” dedim. Keşke ne bu sözü söyleseydim, ne de cevabını duysaydım. İşveren : “ İşçileri kim düşünür, elektrikte gece tarifesi indirimli olduğu için geceleri çalışmayı tercih ettik…! ” İşverenin verdiği cevap kelimenin tam anlamıyla kan donduran cinstendi. Sesinin tonundan bizim safdilliğimizle dalga geçtiğini, işçilerini ise sadece bir üretim nesnesi olarak gördüğünü anlamak hiçte zor değildi. Sağlığı, varlığı, ismi, cismi ve insana, insanlığa dair aklınızda ne kadar değer varsa yok sayılan bu insanların çalıştığı fabrika sahasında yaptığımız yarım saatlik alan kontrolü neticesinde ağız ve burnumuza dolan tozu dışarı atmak için epey gayret sarf ettik. Varın siz bu işyerinde çalışan işçilerin durumunu düşünün. Fabrikada öyle bölümler var ki işçiler tarafından bu bölümler “küçük cehennem” olarak adlandırılmaktadır. Bu arada resmetmeye çalıştığımız bu ağır tablonun hemen yanında önceki örneklerde olduğu gibi işverene ait son model gıcır gıcır bir araçta bütün ihtişamıyla durmaktaydı.
Peki ya Soma’da yaşanan faciada gerekli önlemlerin alınmaması, olası bir olumsuzluk esnasında işçilerin hayata tutunmalarına imkân verecek yaşam odalarının yapılmamış olması işverenin ekonomik durumunun kötülüğünden mi, yoksa vicdanların körleşmesinden, kalplerin katılaşmasından mı?
Emin olun biraz daha düşündüğümüzde hepimizin aklında bu ve buna benzer birçok örnek ardı ardına beliriverecektir.
Sakın ha bu sözlerimizden sermaye düşmanı olduğumuz gibi bir sonuç çıkmasın. Bilakis işverenlerimizin ve ailelerinin daha müreffeh bir hayat yaşamaları, çok güzel işyerlerinin olması onların olduğu kadar bizimde en içten temennimizdir.
Ülkemize ait çalışma hayatı ve istihdama ait çarpıklık ve problemlerle ilgili verdiğimiz bu örnekler azıyla veya çoğuyla dünyanın diğer ülkelerinde de yaşanmaktadır. Zira yapılan araştırmalar ve neticesinde yayınlanan istatistiki bilgiler bu yöndedir.
Peki, ağır aksakta olsa çalışma hayatı ile ilgili denetimlerin yapıldığı, cezaların bu denli yüksek olduğu, yasal düzenlemelerin bir biri peşine yapıldığı böyle bir ortamda niçin kayıt dışı istihdam kontrol altına alınamıyor, çalışma koşulları niçin hala bu denli ağır?
Bilmiyorum hiç dikkatinizi çekti mi? Az önce Soma örneğini verdiğimiz paragrafın içerisinde bazı anahtar kelimeler vardı: Vicdan ve Kalp. Belki Batı ülkelerinde yaşayan insanlar için geçerli olmayabilir, ancak biz inanç bakımından iki dünyalı, üç hukukluyuz. İki dünyalılığımız hem yaşamış olduğumuz maddi hayatımız, hem de bu hayatın hesabını vereceğimiz veya semeresini göreceğimiz ahiret hayatı. Üç hukukluluğumuzun izahı ise şöyle; Belki birçoğumuz farkında değiliz ancak hayatımızı kontrol altına alan üç değişik hukuk normuna tabiyiz.
Birincisi beşeri hukuk ki varlığından en çok haberdar olduğumuz, bilinirliliği en fazla olan budur. Ticaret hukukundan, medeni hukuka kadar günlük hayatımızı düzenleyen bir dizi kanunlar terkibi.
Diğeri örfi hukuktur. Bunun cebri olarak herhangi bir yaptırımı olmamasına rağmen, toplumu oluşturan bireylerin üzerinde ciddi bir etkisi vardır. Bu etkiye şöyle bir örnek verebiliriz. Çarşıda pazarda gezerken hiç çizgili pijamaları ile gezmeye veya alışverişe çıkan insanlara rastlıyor muyuz? Peki, insanların bu şekilde sokağa çıkmalarını engelleyen beşeri hukuk mu, şer-i hukuk mu? İkisi de değil. İnsanları bundan alıkoyan yaşadıkları toplumda hala etkisi olan örfi hukuktur.
Üçüncüsü ise şer-i hukuktur ki bu da toplumların tabi olduğu dinin, insanlara vazettiği ve yapılmasını istediği şeyleri ihtiva eden emirler manzumesidir. İnsanlara her yıl malından kırkta bir oranında payı fakirlere vermesini, yetimi doyurmayı, miskinlere sahip çıkmayı ne beşeri hukuk, nede örfi hukuk emreder veya yaptırabilir. Bu da şeri hukukun etkisidir.
Her ne kadar hızlı bir sanayileşme ve bu sanayileşmenin beraberinde getirdiği seküler bir hayat anlayışı vicdanlarımızı ve değer yargılarımızı dumura uğratmış olsa da genetik kodlarımızda bunlar hala mevcuttur. Ciddi bir çalışma ile bu değerler hassasiyet kazanabilir. Yeter ki bizler zihinlere seslenebildiğimiz kadar vicdanlara da seslenelim. Artık hastalıkların tedavisinde modern tıbbın yanında alternatif tıbbında kullanılması gerektiği yönünde çıkışlara sahne olan bir dünyada yaşıyoruz.
Bizlerde kayıt dışı istihdamla mücadelede bugüne kadar kullandığımız klasik enstrümanlara bir de insanımızın inanç dünyasına hitap edecek ilaveler yapsak. İki dünyalılara sadece bu dünyası ile ilgili seslenmek yerine, ihmal ve göz ardı edilen diğer dünyası ile de seslensek.
İnsanlara;
Bizi aldatanın bizden olmadığını,
İşçinin emeğinin karşılığını alnının teri kurumadan vermek gerektiğini,
Torağın üstü kadar altını,
İdari cezanın yanında ilahi cezayı,
Bugün emeğini ve geleceğini çaldıklarımızla yarın muhakkak hesaplaşacağımızı, hesaplaşmanın Adil-i Mutlak’ın huzurunda gerçekleşeceğini ve orada akçenin geçmeyeceğini,
Kendi nefsi için istediğini mümin kardeşi içinde istemedikçe kâmil manada bir Müslüman olamayacağını etkili ve ısrarlı bir şekilde dile getirelim.
Denetim esnasında bazen işverenle aramızda meydana gelen sıkıntılı durumları aşmada, iletişim problemini çözmede, yüzümüze kapalı olan kapıları açmada işverenlerin zihinlerinin yanında kalplerine ve vicdanlarına seslendiğimizde problemin çözümü noktasında ciddi mesafeler alıyoruz. Eminim bu durumu diğer illerdeki arkadaşlarımızda zaman zaman yaşıyorlardır.
Unutmayalım ki söz tohum gibidir. Kimi yerde hemen açar, kimi yerde ise geç açar. Ama muhakkak açar. Yeter ki toprak mümbit, iklim müsait olsun. Hiç düşündük mü niçin Ramazan ayında asayiş olayları fark edilir derecede azalıyor? Muhtemelen emniyet güçleri yıl içerisinde en rahat Ramazan ayında görev yapıyorlardır. Normal şartlar altında insanların açlık ve susuzluk sebebiyle asabileşmesi, sağa sola çatması gerekmez mi? Oysa gerek yetkililerin açıklamaları, gerekse istatistikler tam tersini söylemektedir. Peki, insanlar Ramazanda bu kadar zor şartlar altında niçin munis ve yardımsever olabiliyorlar? Onları aşırılığa kaçmaktan alıkoyan ne?
Bugün ülkemizdeki kurum ve kuruluşlar birçok toplumsal olayla ilgili yaşanan sorunları aşmak ve bu sorunlarla ilgili insanlarla etkili bir iletişim kurmak için onların akıllarının yanında vicdanlarına sesleniyorlar. Bu hitabın muhatabına en güzel iletilebileceği yer ise hiç şüphesiz mabetler yani camilerdir. Amir ile memurun, işçi ile işverenin aynı safta yan yana olduğu, birinin diğerine takvanın haricinde hiçbir üstünlüğünün bulunmadığı, ruhun, kalbin ve aklın iyiye ve güzele dair ne verilirse onu alabileceği kıvamda olduğu bir atmosfer. Az öncede belirttiğimiz gibi birçok kurum bu atmosferden istifade etmektedir.
Sonuç olarak;
SGK olarak neden biz bu alternatif yaklaşımı mevcut kayıt dışı istihdamla mücadele metoduna ilave olarak kullanmayalım? Önerimiz hâlihazırda uygulanmakta olan kayıt dışı istihdamla mücadele metodunun yerine değil, yanınadır. SGK olarak bu güne kadar işverenlere, başta borçlarını ve yükümlülüklerini hatırlatmaya matuf olmak üzere birçok kez farklı mevzularla alakalı mektuplar gönderdik. Bir kez de niçin onların vicdanlarına seslenecek, onları hakka, hakikate davet edecek kısa ve çarpıcı ifadelerin yer aldığı kul hakkı merkezli mektuplar göndermeyelim. Veya SGK olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ile kayıt dışı istihdamla mücadele başlığında bir protokol düzenleyip bu çerçevede başta Organize Sanayi Bölgeleri olmak üzere tüm Türkiye’deki camilerde bu konu etkili bir şekilde dile getirilse nasıl olur. Bunun içinde en güzel başlangıç noktası önümüzdeki Ramazan ayı olamaz mı? SGK olarak bu manevi iklime kadar güzel bir hazırlık yapıp, vuslatla birlikte uygulamaya koysak. Israrla ve sürekli… Taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir.
Yazımızın ve önerimizin sadra şifa olması ümidiyle…
Murat ÇİMEN
Sosyal Güvenlik Denetmeni